mavi bulutlarda yüzer gibiydi,
usulca ayrıldı aramızdan,
mavi bir ateş bıraktı geride...
Dünyanın en masum çocuğu… Sen gerçek miydin? Yoksa rüyalarımızın içine mi girmiştin usulca? Ulaşabilseydim eğer sana, “ne olur uyandırma bizi oğlum” derdim. “Ne olur gitme! Bırak da, senin de içinde olduğun bu güzel rüya devam etsin. Biz de seninle birlikle yüzelim mavi bulutlarda…’ Ama kimse sana ulaşamadan, usulca ayrıldın aramızdan…
Onur Yaser Can… 26 yaşında şirketime mimarlık oğrencisi olarak başvurmuştu. Tesadüf eseri kapıyı ben açtım… Hiç unutmam, sanki gözlerinden içeriye tertemiz, masmavi bir ışık doldu. O güne kadar birçok gençle iş görüşmesi yapmıştım. Gencecik tertemiz insanlardı onlar da. Ama Onur Yaser Can çok farklıydı…
Görüşmemizde.,büyük bir kendine güven ile sorumluluk duygusunun bir araya geldiği, son derece yetenekli bir gençle karşılaşmış olduğumu anlamıştım. İş ile ilgili detaylar, mimari tasarım vs. gibi konularda, son derece mütevazı, aynı zamanda da son derece kendinden emindi. Tasarım (Proje) derslerinin hepsini, çok yüksek notlarla geçmiş, eski uygarlıklara ve doğanın dengelerine duyarlı mekânlar sunan binalar yapmak isteyen bir genç vardı karşımda. iş görüşmemiz süresince anlattığım, ondan talep edilecek tüm görevleri yapabileceğini çok iyi biliyor ve karşısındakine de bu güveni hissettirebiliyordu. O bir öğrenci değil, yetkin bir mimardı. Zaten işe başladıktan 6 ay sonra almıştı ODTÜ’den diplomasını…
Büroda çalışan herkese karşı son derece sevecen, arkadaş ve dosttu. Onur ile birlikteyken herkes sevgi ve güven duygusu ile dolardı. Sekreterimiz ona her fırsatta yemek hazırlar, bir başkası “yağmur yağıyor, ıslanacaksın’ diye şemsiyesini verir, sigara molasında üşümesin diye, balkonda değil, balkona bitişik odada içmesini (güya benden gizli!) sağlarlardı… Ben de görmezdim, duymazdım, kötü bir söz söylemeye, incitmeye kıyamazdım.
Ön tasarım projeleri hazırlanmış olan, 6000 m2′lik bir Genel Müdürlük Binasının, uygulama projelerinin hazırlaması gerekiyordu. Birçok ince detay çözümü ve araştırma gerektiren, kısa bir süre içinde onaylatılması gereken bir projeydi. Görüşmemizin sonunda, projeyi Onur Yaser Can’ a rahatlıkla teslim edebileceğimi anlamıştım. Hiç de yanılmamıştım… Projeyi süratle hazırlarken, haftada birkaç kez fakültede derslere giriyor, bu zamanı telafi etmek için çırpınıyor, projeyi geciktirdiği için ofise yük olma kaygısı taşıyordu. Oysa bilmiyordu ki, onun varlığının birisine yük olması söz konusu bile olamazdı. Hiç unutmam, sanki karşıdakine bir şeyler sorar gibi, ya da bir cevap bekler gibi bakan gözlerinin, bulunduğu mekâna tertemiz bir ışık saçtığını… Onur Yaser Can, her gün zamanında işe yetişir, iş saatleri boyunca da özel hiçbir konunun çalışmasını kesintiye uğratmasına izin vermezdi… Örneğin iş saatlerinde ona telefon eden arkadaşlarına ‘işteyim, çalışıyorum” der, konuşmayı hemen sonlandırırdı. Böyle bir incelik, çalıştığı ortama karşı böyle bir saygı insanlara kurallar konularak öğretilemezdi. Ancak kendisine, diğer insanlara, bulunduğu ortama saygısı olan bir insan bu bilinçle davranabilirdi.
Yağmur kar altında, ya da elinde olmayan başka nedenlerle biraz geciktiğinde, koşar adım büroya dalarken heyecanı, talaşı yüzünden okunurdu. Parkasını asar, geciktiği için kendisine öfkelenmiş olarak doğru masasının başına geçer, hemen çalışmaya başlar ve en önemlisi, 10 dakika içinde inanılmaz bir konsantrasyona ulaşırdı.
Son derece süratli çalışan, projeyi tüm boyutları ile kusursuz bir şekilde görebilen, her değişiklik ve detayı projenin gerekli her noktasına taşıyan, projeyi diğer tüm proje disiplinleri ile iletişim içinde geliştiren, idarenin yeni taleplerini, son derece hızlı ve alternatifli çözümler üreterek yerine getiren bir mimardı… Üç boyutlu tasarım sürecinde binanın iç ve dış estetiğine yaptığı katkılar sonucu, projemiz çok beğenilmişti. Daha fazla bilgiye ihtiyaç duyduğumuz yeni bir detay gündeme geldiğinde, uzun yıllara dayanan deneyimlere sahip bir mimarın yapacağından çok daha hızlı araştırma ve görüşmeler yapar, muhatabının ona, ciddiyetle gereken bilgileri hazırlayıp sunacağı, saygın bir diyalog kurardı.
20 senelik meslek hayatımda birçok mimarla çalışmıştım. Ama bir tek Onur Can a hayran kaldım. Henüz meslekte yeniydi, çok gençti. Birçok sorusu, birçok çözümleyemediği konu olmalıydı. Ama durum hiç de böyle değildi. Bana göre o, adeta bu mesleğin geçmiş deneyimlerini taşıyarak doğmuştu. Çok yetenekliydi… Çok kısa sürede, çok büyük projelere imza atacaktı. Sadece Türkiye’ de değil, dünyanın başka ülkelerinde de… Arada bir karaladığı resimlere, ya da üç boyut çalışmalar yaparken yarattığı alternatiflere hayranlık içinde bakar kalırdık.
Üstlendiği proje tamamlanıp, altına hazırlayan mimarların ismini yazmaya sıra geldiğinde, projeye ismini yazacağımı söyledim. ‘Ben henüz mimar diplomamı almadım, olmaz’ dedi tüm mütevazılığı ile… Ben, hiç değilse ‘projeyi çizen’ bölümüne yazdırdım zorla ismini. Ama Onur için isminin yazılıp yazılmamasının, çok da önemli olmadığını anlamıştım. O, çok büyük, tümüyle onun damgasını taşıyacak projelere atacaktı nasıl olsa imzasını… Yeteneklerinin farkındaydı.
Sihirli bir eldi onun eli. Dünyaya dokunup güzelleştirmek için gelmişti. Dünyayı, herkesi mutlu edecek mavi bir ışıkla doldurmaya gelmişti. Ama gitmek zorunda kaldı… Ardında masmavi bir ateş bıraktı. Bizler ardında bıraktığı o masmavi ateşte yanıyoruz. Biliyorum ki onu tanıma şansı bulanlar, ömür boyu bu ateşte yanma şanssızlığıyla yaşayacaklar.
Hayır, asla canına kıyacağı düşünülemezdi Onur’ un… Bu kadar çok arkadaşı, dostu, seveni olan, insanların onunla sohbet etmeye can attıkları bir genç adamdı. Ofisteki öğlen tatillerinin çoğunda arkadaşları arar, 1 saat görüşebilmek için ofisin yakınındaki bir mekânda Onur’la buluşmayı beklerlerdi. Hemen her paydos zamanı, onu almaya gelen, ofis kapısında sessizlik içinde işini bitirmesini bekleyen arkadaşları olurdu. Ama bana göre en önemlisi, sevilmesi değil, insanları diğer insanlardan üstün kılan, mutluluğun temeli olan, sevebilme yeteneğine sahip olmasıydı. Arkadaşlarına, insanlara duyduğu koşulsuz, yargısız çocuk sevgisi gözlerinden okunurdu. O masmavi, gülen, seven, soran, melankolik, güzel gözlerinden…
Mimarlık diplomasını aldığında, bizim ofiste çalışmaya devam etmesini istedim. Bana, sakin bir deniz şehrinde hem çalışıp hem de master yapmayı planladığını söyledi. İstanbul’a gittiğini duydum sonra… Onu bir daha görmedim. Ve ne acı ki bir daha hiç göremeyeceğim. Onu tanıyan herkes gibi çok özleyeceğim. Sokakta, otobüste, dolmuşta, sık sık gördüğüm; ince, uzun bedenli, kıvırcık saçlı, kirli sakallı, salaş giysili gençlerin hepsine umutla, sevgiyle bakıyorum… Neden bilmiyorum… Bir mucize mi bekliyorum? Yüreğime acılar doluyor… Onu bizlerden ayıran, dünyayı Onur’suz bırakan her şeye lanet ediyorum…
Onur Yaser Can’ın kız kardeşinin, abisinin ardından yazdığı bir şiirle bitirmek istiyorum yazımı.
özgürlük serin maviler donuk şimdi
her yerde yağmur var, her yer sırılsıklam toprak.
canımın yarısı, ilk aşkım, hangi köye uçtun sen
kediler bile ağlıyor ardından, bütün dünyanın sözleri bitik.
beni benden aldılar,
yarım kaldı bir şeyler
eksik.
katsam diyorum bıraktığın kokuları aşkları uçurtmamın ucuna bıraksam göğe, ta diplere…
ne yapsam
seni bir daha öpeceğim güne
o başka köylere selam
Bu yazı Çağlayan Efendioğlu ÖZ tarafından sevgi ve saygı ile yazılmış olup TMMOB Ankara Mimarlar Odası Kasım Aralık 2010 Bülteni nde yayınlanmıştır.